21 Kasım 2007 Çarşamba

Alexanderplatz hâkisi



Yeryüzünün en "gören göz"lerinden birinin yakaladığı bir an: 1979 kışı: Doğu Berlin'in medar-ı iftaharı Alexanderplatz'da sisli bir sabah. Berlin yakınlarındaki kışlalarından cumartesi çarşı izni almış Kızılordu askerleri "Regional Bahn" trenine topluca binip hemen yandaki garda inmişler. Kışladan çıkmak için oldukça aceleci olduklarından günün ilk trenine binmişler. Tren 12 dakika rötar yapmış olsa da ortada daha kisecikler yok; Alexanderplatz'a esas geliş amaçları olan Doğu Berlin'in alımlı kadınları henüz uyuyorlar.

Sisler altındaki beton meydandaki hâkiler o sabah günün ilk ışığıyla Checkpoint Charlie sınır geçiş kapısından fotoğraf çekmek üzere Doğu Berlin'e geçen Düsseldorflu Batı Alman'ın dikkatini çekiyor. Düsseldorflu kemik çerçeveli gözlüklerinin arasından vizöre bakıyor ve o anda deklanşöre basıyor.

Fotoğraftaki sırtı dönük askerler arasındaki en uzun boylu olan 1947 Omsk doğumlu uzman çavuş Alexander Soljenitsin, bu fotoğrafın çekilmesinden sonra 4 yıl daha Doğu Almanya'daki birliğinde kaldı. 1983'ten 1986'nın sonuna dek de Çekoslavakya'daki Anti-Harpoon füze bataryalarında hizmet veren Soljenitsin, daha sonra Ukrayna'ya atandı. Buradaki uçaksavar birliğine katıldıktan iki ay üç gün sonra hemen yakınlardaki Çernobil Nükleer santralında facia patlak verdi. Yoğun bir şekilde radyasyona mâruz kalan uzman çavuş kansere yakalandı. 11 Ekim 1989 günü acılar içinde vefat eden Soljenitsin'in kadavrası Varşova Paktı üyeleri arasındaki radyoaktivite üzerine gizli araştırma işbirliği anlaşması çerçevesince Doğu Berlin'deki Charité hastanesine incelemek üzere getirildi. Çernobil kurbanının ölü bedeni burada uzmanlarca incelendikten sonra Friedrichshain'daki krematoryumda 2 Ocak 1990 günü yakıldı. Soljenitsin'le Almanya'da bulunduğu süre zarfınca bir ilişki yaşamış olan Gertrud Obermeier, eski sevgilisinin ölüm nedenini 26 Nisan 2007 akşamı ZDF kanalında oynatılan Çernobil belgeselinin sonlarında öğrendi. Fotoğrafın sahibi Wim Wenders tüm bunlardan bihaberdi.

Alexanderplatz'daki Dünya Şehirleri Saati'nin dibinde yanlış anlaşmadan ötürü buluşamadığı arkadaşını bekleyen Gertrud Obermeier'in yaklaşık yarım saattir onu gözlemleyen Alexander Soljenitsin'le o cumartesi öğleden sonrası, sis dağılmışken tanıştıklarınıysa henüz hiç kimse bilmiyor.

15 Kasım 2007 Perşembe

Yedi Bisikletli Berlin

Yedi tane bisiklet var.

Biri Würtemberg'den. 'Bayern'den mi, Baden'den mi daha çok nefret ediyorsun?' diye sorunca; ona nefret demeyelim istersen diyor, ama doğru sözcüğü de bulamıyor. 58 yaşında. Biradan ve futboldan iyi anlıyor.

İkinci bisikletin sahibi Yugoslav. Beni uyarıyor: "Yugoslav diye bir şey kalmadı!" Oysa bize göre bütün Oviçler Yugoslav. Bu belli ki gelmeden parktaki Yugoslavya Narkotik Halk Cemahiriyesi'ne uğramış, ne menem bir Yugoslav, çöz çözebilirsen.

Ötekinin gözleri fıldır fıldır. Bıraksan Bornova'yı sırtlayıp Mitte'ya taşıyacak. Birbirimizi hoca sanıyoruz, Nasreddin bağışlaya.

Biri Ossi. Wessi'lerin sivri uçlu taşlarının tümünü, 'ama o bizim tek özgürülüğümüzdü' kalkanıyla savuşturuyor. Altıncı bisikletin sahibi olan Güney Amerikalı, en sonunda dayanamıyor, 'ulan ne özgür bir ülkede yaşamışsınız siz' diyor.

Ossi'nin yanındaki Wessi. Her türlü konformizm suçlamasını, 'ama biz özgürdük' diye yanıtlıyor. Bunun bahane değil, suçu ağırlaştırıcı bir unsur olduğunu anlatamamaktan en çok da bizim Ossi şikâyet ediyor.

Altıncıyla 'sangria'da yüzüp, 'margarita'da serinliyoruz. Kasabanın Yahudi sünnetçisi öyle titizmiş ki, lâkabı 'Alman'mış. Adam toplama kampından kaçmış, kasabalının umrunda mı? Arjantin kırsalında 118 Yahudi'ye bir sünnetçi düşüyor.

Yedinci bisiklet hikâyecisini bekliyor. Berlin'e yaz da geliyor, elbet bir gün kış uykusundan uyanacak sahibi. 'Yaz!' gelecek!

3 Kasım 2007 Cumartesi

Berlin'in Gazete Satıcıları

10 Eylül Pazartesi günü sabahın köründe Ostkreuz banliyö treni istasyonunda gördüğüm manzara "işporta"ya alışkın bir İstanbullu için şaşırtıcıydı: İstasyona çıkan merdivenin trabzanlarına emeklilik yaşındaki bir Alman mandalla birer birer günün gazetelerini iliştiriyordu. Belli ki metro-banliyö treni işletmecisinden aldığı izinle yapıyordu bunu. Trabzanın sonunda, merdivenin bittiği yerde tekerlekli arabasını kurmuş, Berliner Zeitung, Tageszeitung, B.Z. Zeitung, Berliner Morgenpost, Bild Berlin gibi günün gazetelerini bir tezgâh gibi açılıveren tasarım harikası arabasının önüne sermişti. Bir de sabah sabah ciddiyete gömülmek istemeyenler için kadın dergileri, sudokular... 29 Eylül Cumartesi günü sabahın köründe yine Tegel Havalimanına -bu kez başka bir rotadan, otobüsle- giderken gördüğüm manzara 19 gün önce görmüş olduğumu önceliyordu aslında: Ostkreuz istasyonunda tezgâh açanın giydiği promosyonlu paltolardan giyinmiş iri bir adam, tıka basa gazete ve dergi dolu tekerlekli arabasını bebek arabaları ve tekerlekli sandalyelere ayrılmış otobüsün ortasındaki sahanlığa, emniyet kemerine benzerine benzer bir kemerle sabitlemiş, hemen önümdeki koltuğa oturmuştu. Onu ve sabah düş(ünce)lerini rahatsız etmeden fotoğraf karesine hapsetmeye çalıştım: Ülkemdeki (Ülkem var mı ki benim; burası olmasın sakın?) ahmak tartışmalar aklıma geldi otobüste gazete satıcısıyla yolculuk ederken. Simitçinin, gazete satıcısının profesörle aynı oy hakkına sahip olması doğru muymuş, hâlâ bunu tartışan güdük jakobenleri bir yana bırakıp önümdeki adamın zorlu yaşamını düşündüm: En geç 21:30'da yatış, sabah 04:00'te kalkış, duş alış, esaslı bir kahvaltı yapıp o sabah ayazında sokağa çıkış. Gazete dağıtım deposundan dergileri çantaya dolduruş ve sabahın ilk otobüs veya metrolarından biriyle sana ayrılmış, izin verilmiş satış noktasına gidiş. Kuşluk vaktine gelindiğinde bitecekti adamın işi. Garip... Çoğunun afyonunun yeni yeni patladığı saatlerde, belki de bu gazetece satıcısı ekmeğini çıkarmış olmanın mutluluğuyla evinin sokağındaki favori kahvehânesine giriyor ve günün en keyifli kahvesini içiyordur. Öğlen saati evindeki kadife kaplı koltukta sürme çektikten sonra kendini sokağa vuruyor parkta uzun uzun yürüyor, emekliliğine kalan günleri sayıyordur. Belki de akşam saatinde arkadaşlarıyla bir Kneipe'de iki tek atıyor, o akşam maç varsa onu seyrediyordur. Kendinden başka olanın yaşamını, mesleğini, emeğini küçümseyen budalalara inat Ortaçgil dinleyesim var: Basit, basit basit... Konuşmak basit, düşünmek basit. Yaşamaya kalk ve gör, çok zor.

2 Kasım 2007 Cuma

İki Berlin Kadını

1. Kadın:

Dış dünyadan yaılıtılmış bir kamu kuruluşunda, hamamböcekleri, karafatmalar, besili sıçanlar ve boyalı saçlarla bir memur olarak çalışıyor. Daha çok çalışıyormuş gibi yapıyor aslında. Bu kamu kuruluşunun kurulmasına sebep olan kara kafalı, pörtlek gözlü, kocaman elli, adı başka dili başka yaratıklarla uğraşıyor yıllar var ki. Şimdi bu Haziran akşamında da, derdini anlatamayanların derdine yine derman olamamış bir nefret objesi olarak, kahverengi boyalı, dökülmüş sıvalı o kamu kuruluşundaki mesaisini tüketmiş, yedi yıldır tık demeden ona can yoldaşlığı etmiş iki-tekerin üstünde, evine doğru yol alırken; henüz kendi işyerini terk etmemiş olan sevgili kocasına bir mesaj çekmesi icap ediyor. Birazdan ölmüş bir at gibi Volkspark’ın çimlerine yatıracak bisikletini ve hâlâ kullanmaya alışamadığı cep telefonuyla kocasına; eve gelirken markete uğramaması gerektiğini, yağı, tuzu, 1,5 kilo muzla, 1 kilo domatesi kendisinin alacağını yazacak.

2. Kadın

Bir kamu kuruluşunun adını duyunca bile ürküyor. Nerede çalıştığını, ne yaptığını, kimlerle dostluk ettiğini, sosisine ketçap koyup koymadığını bilen yok. O yalnızca deklanşörün arkasındakinin, yukarıdaki hikâyeyi ona yakıştırmamış olacağını umuyor.

25 Ekim 2007 Perşembe

Berlinli'nin Okuma Açlığı

Rathaus Stieglitz banliyö treni istasyonunda keyifli bir alışveriş akşamının ertesinde tren beklerken farkına vardım: Örneğine Paris veya İstanbul'daki istasyonlarda da gördüğüm yiyecek-içecek otomatlarından birinde bir avro karşılığı okuyabileceğiniz küçük bir kitap bulunuyordu: Leipzig Kütüphanesi'nin yıkılması üzerine bir deneme. Belki de akşam 8'den sonra trene binen ve yanında okuyacak hiçbir şeyi olmayan Berlinliler için düşünülmüş bir çözüm. Banliyö treninde göz açıp kapayıncaya yapılacak bir seyahat sırasında okunabilecek bir kitap-çık. Berlin coğrafyası yazan kişinin ilham perilerini ne denli döllüyorsa, okuyan kişinin iştahını da o denli kabartıyor.

24 Ekim 2007 Çarşamba

Berlin Numûnesi

Yalnızca Berlin’i değil; tarihi, geleneği, kültürü olan diğer büyük kentleri de ayrıksı kılan yönlerden biri değil midir numûne vermeyi reddetmeleri, kendi içlerinde devinerek herhangi bir temsil olasılığını def etmeleri.

Berlin’in eklektik mimarîsi, tarihindeki büyük yıkım ve değişimlerin uç verdiği şantiye-kent manzarası büsbütün bilinmedik şeyler değil aslında. Yine de, ne zaman temsil gücü yüksek bir Berlin örneklemi almaya kalkışsam, baltayı daha fena taşa vurmak, her seferinde yeni bir sivrilik yakalamak; bu kenti hazine kılıyor benim nazarımda. Üçüncü dünyanın kaotik kentlerinde insanı çok da şaşırtmayan bu anlık başkalaşımlar; Berlin’de keskin, kuvvetli, zihin açıcı birer anti-depresan görevi görüyorlar.

Yozgat’tan Paris’e bir sigara içimi...

Fotoğraf: Doğu Berlin’de, birleşmeden sonra üstüne Cihangir nûru yağan Prenzlauer Berg semtinden yürek kırıcı bir Berlin numunesi.

13 Ekim 2007 Cumartesi

Berlin'in Orta Yeri

Bir yaz günü Friedrichshain'den duvar boyunca Alex'e doğru pedal basarken duraksayıp, bu kareyi çektiğimi hatırlıyorum. Raymond Derpardon'u, onun Berlin'de çektiği fotoğraflarıdaki boşluğu gördüğümü sanmıştım. Kuşkusuz o boşluğu yakalarken kullandığım kelebek filesi çok da başarılı olmuş değil. Zaten başarısız bir Nobakov'um ben.

Berlin böyledir işte, diyorum -bön- Parislilere. Ortası yoktur, illâ ki arıyorsanız, yanıbaşında işte böyle santraller, ot bürümüş boş arazîler, Paris ölçeğinde koru, İstanbul ölçeğindeyse balta girmemiş orman kalacak parklar, bahçeler vardır Berlin'in orta yerinde.

Uçlara yârenlik etti bu şehir. 1920'ler Berlini belki de yeryüzümüzün kültür tarihinin en parlak şehir-devir kesişmesine sahne olurken 60'ların, 70'lerin Berlini soğuk savaşın mahpus çocuklarının irinlerini akıttıkları bir mecra oldu. Berlin ne jeopolitik, ne de kültürel coğrafyada hiç periferiye düşmek bilmedi, "orta"da kaldı.

Bu şehrin, ortasızlığının ortabilmezleri cezbediyor oluşunu saklamak mümkün olsaydı da geniş Berlin caddeleri onu saklamaya izin vermezdi.

12 Ekim 2007 Cuma

Bunlara Nasıl Güvenilebilir?

"Alevlerin deli ettiği makinelerin bin bir hıyanet ihtimaline karşı bunlara nasıl güvenilebilir?" demişti Ahmet Haşim, enfes Frankfurt Seyahatnâmesi'nde.

Bunlar diye söz ettiği, trenler elbette!

Bösebrücke'den Berlin ufkuna ve o güvenilmez makinaların vızırdadığı çapraşık yollara bir sonbahar bakışı olsun bu da.

Soldaki kırmızı evin üçüncü katında Berlin'in en namlı tren sayıcılarından biri oturuyor. Demiryoluna bakan balkonda geçiyor ömrü çoktandır. Köprü ağzındaki meyhaneye yolunun düştüğü bir gün, "Neden sayıyorsun?" diye sormuştu arsız bir yeniyetme; o da yanıt vermişti çatallaşan sesiyle: "Onlar neden geçiyorlar?"

Her şey iyi güzel de, bunlara gerçekten nasıl güvenilebilir?

26 Eylül 2007 Çarşamba

Paris Meydanı

Paris Meydanı en az Brandenburg Kapısı kadar sancılı bir 20. yüzyıl geçirdi. Unter den Linden bulvarının bitip Brandenburg kapısıyla Strasse des 17.Juni'nin başladığı yerde kurulu olan bu kare meydan ikinci dünya savaşı öncesinde Fransa ve Amerika Büyükelçiliklerinin bulunduğu, köşesini meşhur Adlon Oteli'nin çevrelediği nefis bir meydanken Kızılordu'nun Berlin kuşatması altında tam bir harabeye dönmüştü. Sovyet denetimindeki Doğu'da kalan bu uç nokta, 1960'ların sonuna doğru Alexanderplatz ve çevresine, özellikle de esknin Stalinallee, günümüzün Karl-Marxalleesi istikametinde yeni, "sosyalist" bir şehrin kurulması ve Brandenburg kapısı ve civarındaki hemen hemen tüm yıkıntıların yerle bir edilmesiyle haritadan silinmişti. Şehrin batısında kalan Potsdamerplatz'ın yaşadığı kaderi, doğusunda da Pariserplatz yaşıyordu. Demokratik Almanya'nın boy aynası 1 Mayıs askerî geçitleri hep Stalinallee'de yapılıyor, kortej Alexanderplatz'da sona eriyordu. Halbuki 3. Reich Almanyası Berlini'nin ana aksı, şehrin bugün de temel aksı olan ve Charlottenburg'dan, Alexanderplatz'a dek uzanan Heerstrasse-Bismarckstrasse-Strasse des 17. Juni-Unter den Linden aksıydı. Pariserplatz da hiç kuşkusuz bu zafer aksının merkez noktasıydı. 1989'da duvarın yıkılmasıyla Brandenburg kapısı kısa aşırılıklar çağı 20.yüzyılın sona erişinin fotoğrafında yerini alırken, kapının hemen ardındaki Pariserplatz da doğal olarak Berlin'in yeniden inşâsı programında öncelikli bir konum edindi. Yeni Berlin'in temel kimliğini oluşturacak "Berliner Block"un en has ürünleri burada görülecekti. Öngörülen de oldu. Şu an meydanda savaş öncesinde olduğu gibi Fransız Büyükelçiliği, Amerika Büyükelçiliği, DG Bank, Berlin Sanatlar Akademisi ve Adlon Oteli gibi son derece prestijli yapılar bulunuyor. Fransız Büyükelçiliği Christian de Portzampac'ın, DG Bank ise Frank O. Gehry'nin. Gehry'nin "Berliner Block" içerisine nasıl asimetrik ve ageometrik formunu sıkıştırdığı ancak kuşbakışı görülebiliyor. Meydandan bakıldığından son derece ahenkli bir bloklar silsilesi görülüyor sadece.